Tıp ve sağlık alanında, tarih boyunca, yaptıkları çalışmalar ve ortaya koydukları yeniliklerle var olan ve zaman zaman büyük başarılara imza atan Türkler, son 200 (1827-2022) yıl içinde, bu alanda, yeterli ilerlemeyi ve çağdaşlaşmayı sağlayabilmek için, çok büyük emekler harcadılar.
Böylece, Türkler dünya tarihi içindeki etkinlikleri, yaşadıkları coğrafyalar, eğitim, kültür, sağlık ve bilim alanındaki ortaya koydukları ve ürettikleri değerlerle, insanlık ailesinin gelişmesine de önemli katkılarda bulundular.
Orhun Anıtlarının (Yazıtlar) (İS 700) bulunduğu Moğolistan bozkırlarından, Viyana kapılarına (1683) dek geniş bir coğrafyada, ipek ve baharat ticaret yolları üzerinde, sürekli yer değiştirerek, batıya doğru ilerleyen Türkler, bir yandan yeni kültürler, inançlar, gezginler ve misyonerlerle karşılaşıp etkileşim içinde olurken, diğer yandan da, konargöçer (göçebe) yaşamdan, yerleşik yaşama geçmişler, yeni yeni kentler ve devletler kurmuşlardır.
Bu durumun doğal sonucu olarak, güvenlik konusuna olağanüstü önem verilmiş, daima asker ve ordulara gereksinim olmuştur.
Böylece, Türklerin halk sağlığı yanı sıra, güvenliği sağlamak için, öncelikle askerlerin yeterli sağlık hizmeti görmesi için, sağlık eğitimi ve hekimlik alanına önem verdiği ve pek çok çaba gösterdiği görülmektedir.
Anadolu’ya gelinceye dek; başlıca Hun (İÖ 220), Tabgaç (386), Göktürk (552), Uygur (744), Karahanlı (840), Gazneli (962), Büyük Selçuklu (1037) devletlerini kurmuş olan Türk toplulukları, doğudan batıya giden “ticaret yolları” üzerinde oldukları için, dünyadaki gelişmelerden ve yeniliklerden bilgi sahibi olmuşlar, eğitim, kültür ve tıp alanında da gelişmişlerdir.
Güncel olarak, Türklerin, tüm tarihsel gelişmeler boyunca, özellikle tıp eğitimi ve sağlık bilimleri alanında elde etmiş oldukları olağanüstü başarılara karşın, uluslararası alanda, daha alması gerekli çok yol ve ulaşması gerekli bilimsel hedefler bulunduğu görülmektedir.
Örneğin, bu ölçütlerden birisi olan Nobel Tıp Ödülü alanında, Türkiye’nin ve Türkçe konuşan toplulukların başarıları sınırlı kalmıştır. Elbette ki bu durumun nedenlerinin bilimsel yöntemlerle incelenmesi gerekir.
Amacımız, Türkiye’nin tıp ve sağlık bilimleri alanındaki gelişmeleri, geçmişten günümüze, tarihi süreç içerisinde değerlendirmek ve geleceğe ışık tutmaktır.
Tıp, sağlık ve halk sağlığı açısından, geçmişten günümüze, Türklerin tarihinde etkin olan, başlıca yazılı kaynaklar özetle şöyledir:
Orhun Anıtları (Yazıtları) (731, 732,735, Orhun, Moğolistan), Kutadgu Bilig (1068-169, Balasagu, Kaşgar) (Yusuf Has Hacib), Tıp Kanunu (El-Kanun fi’t-Tıb) (Canon) (1025) (İbn-i Sina), Dîvânu Lugâti’t-Türk (1072-174, Bağdat) (Kâşgarlı Mahmud), Tuhfe-i Mübârizı (1330-1340) (Hekim Bereket) (El-Kanun fi’t-Tıb kitabının bazı bölümlerinin çevirisi), Cerrahiyetü’l Haniyye (1465, Amasya) (Tabib Şerafettin Sabuncuoğlu) (Zehravi’nin Cerrahi kitabının bazı bölümlerinin çevirisi ve eklentiler).
Bu yazılı kaynaklar arasında, tarihsel süreç içinde, içeriğindeki “halk sağlığı” bilgilerini içeren bölümlerin dışında, Türklerin tıp ve sağlık alanındaki etkinliği ile bağlantılı dört kitap öne çıkmaktadır.
Bunlardan ilki “Arapça” yazılmış olan İbn-i Sina’nın Tıp Kanunu (El-Kanun fi’t-Tıb) (Canon) (1025) ile bundan yapılan bölümsel Türkçe çevirileri içeren iki kitaptır: Tuhfe-i Mübârizı (1330-1340), Tahbîzü’l-Mathûn (1766). Ayrıca, Amasyalı Hekim Şerafettin Sabuncuoğlu’nun dönemin Anadolu Türkçesi ile Amasya’da yazılmış olan Cerrahiyetü’l Haniyye (1465) kitabıdır.
Tıp Kanunu (El-Kanun fi’t-Tıb) (Canon) (1025), günümüzde Özbekistan sınırları içinde bulunan Buhara’nın Avşana köyünde doğumuş olan İbni Sina (Avicenna) (980-1037) tarafından Arapça yazılmıştır. Bu önemli tıp kitabı, bütün orta çağ boyunca, 1650 yılına dek, 28 kez Latinceye çevrilerek Avrupa ülkelerinde de tıp okullarında ders kitabı olarak okutulmuştur.
İbni Sina (Avicenna’nın) babası, Belh kentinden gelmiş olan, “Abdullah İbn-i Sina” ’dır. İbni Sina’nın hocası Bilgin Kuşyar’dır.
Kitabın, 1052 tarihli en eski kopyası Ağa Han koleksiyonundadır.
UNESCO (1980) İbni Sina’nın Doğumunun 1000. Yılı Madalyonu
UNESCO tarafından, 1980 yılında, İbni Sina’nın Doğumunun 1000. Yılı Madalyonu çıkarılmıştır. Madalyon, heykeltıraş-madalyacı Victor Douek tarafından tasarlanmıştır (Fotoğraf 1,2).
Madalyonun bir yüzünde, İbn-i Sina, çevresinde öğrencileri ile Türk Motifi içerisinde görülmektedir. Diğer yüzü Arapça ve Latince yazılmıştır.
Türkiye tarafından, 16 Ekim günü, SBÜ Buhara İbn-i Sina Tıp Fakültesi’nin açılışı yapılmıştır.
Fotoğraf 1. UNESCO 1000. Avicenna Doğum günü anı madalyonu, bir yüzünde Türk motifleri içerisinde İbn-i Sina ve çevresinde öğrencileri (V. Douek). https:/ /en.unesco.org/mediabank/17298/
Fotoğraf 2. UNESCO Courier Dergisi, Avicenna özel sayısı Ekim 1980;33(10):1-48.
https://unesdoc.unesco.org/ark:/48223/pf0000074765/PDF/074765engo.pdf.multi
Büyük Selçuklu (1037-1194) devletinin kurulması ile İran, Irak, Suriye ve Anadolu’ya ulaşan Türkler, kurdukları sağlık ve eğitim kurumları ile sağlık konusundaki kültürlerini de bölgeye yaymışlardır.
Örneğin, Nizamiye Medreseleri (Bağdat, 1064–1066) ve Şifahaneler Büyük Selçuklular döneminde, tıp eğitimi açısından önemli gelişmeler sağlamıştır.
Anadolu’da Selçuklular (1075), Anadolu Beylikleri ve Osmanlılar döneminde (1299 – 1 Kasım 1922) kurulan Darüşşifa adı verilen hastaneler ve tıp eğitimi verilen Medreseler başlıca kent merkezlerinde yer almıştır.
Tıp Kanunu (El-Kanun fi’t-Tıb) (Canon) (1025) kitabının, Türkçe iki bölümsel çeviri kitabı
Anadolu’da önceki dönemlerde Türkçe yazılmış ya da Türkçeye çevrilmiş tıp kitapları da bulunmaktadır. Örneğin, bunlardan ilki Hekim Bereket’in İbn-i Sina’nın Tıp Kanunu (El-Kanun fi’t-Tıb) (Canon) kitabından yararlanarak Arapça-Farsça-Türkçe yazdığı Tuhfe-i Mübârizı (1330-1340) adlı kitabı belirtilebilir.
Tıp Kanunu, 1766 yılında padişah III. Mustafa’nın emriyle “Tahbîzü’l-Mathûn” adı ile Hekim Mustafa Tokatlı tarafından, Türkçeye çevrilmiş ve basımı yapılmıştır.
Anadolu’da önceki dönemlerde yazılmış bir başka önemli Tıp Kitabı, Amasyalı Hekim Şerefeddin Sabuncu’nun yazmış olduğu Cerrahiyetü’l Haniyye kitabıdır.
Şerefeddin Sabuncuoğlu, 1465 yılında, Endülüslü Zehravi’den yararlanarak, dönemin Anadolu Türkçesi ile yazdığı Cerrahiyetü’l Haniyye adlı kitabı Fatih Sultan Mehmet’e sunmuştur.
Böylece, Amasyalı Tabib Şerafettin Sabuncuoğlu (1385-1468), bugüne dek elde ettiğim bilgilerin ışığında; “sağlık ve tıp alanında”, “tüm Türk tarihinin sağlık, kültür ve dil özellikleri açısından en önemli Türkçe yazılı belgesini” ortaya koymuştur (Fotoğraf 3,4).
Fotoğraf 3. Şerafettin Sabuncuoğlu’nun 1465 yılında Amasya’da yazdığı Türkçe Cerrahiyetü’l Haniyye (1465) kitabı (Uzel İ. Şerafeddin Sabuncuoğlu Cerrahiyet’ül Haniyye, 1. basım. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1992).
Fotoğraf 4. Amasya Şerafeddin Sabuncuoğlu Müzesinde sergilenen Cerrahiyetü’l Haniyye Kitabıını aslı.
Türkiye Cumhuriyeti döneminde, yani yaklaşık son 100 yıl içinde, Latince temelli yeni Türk alfabesinin kabulü (1 Kasım 1928), ayrıca çok sayıda yeni tıp fakültelerinin kurulması sonucu Türkçe ile yazılmış tıp kitapları, tıp dergileri, bilimsel makaleler ve sağlık bilimleri kaynakları olağanüstü artmıştır.
Buna karşın, uluslararası tıp bilimlerinin İngilizce yayınlarla yürümesi sonucu, Türkçe yazılmış tıp kaynakların, uluslararası etkinliği çok sınırlı kalmıştır.
Türkiye’de tıp eğitiminde yenilik yolunda, özellikle 1827 yılından sonra, sürekli olarak, her alanda olduğu gibi, tıp alanında da, yenileşme-çağdaşlaşma çabası günümüze dek süre gelmiştir.
Dünyadaki gelişmeler karşısında, Osmanlı Devleti dağılmamak, ayakta kalabilmek için, özellikle II. Mahmud, her alanda, eğitimde ve tıp eğitiminde yenileşmeye gitmenin gereğini ve çağdaşlaşmanın önemini anlamıştı.
14 Mart 1827’de, İstanbul’da “Tıbhane-i Amire” “Tıbhane” kurulmuştur.
Dr. KarI Ambros Bernard (1808-1844)
14 Mart 1827 tarihinde Viyana‘dan gelen genç Dr. KarI Ambros Bernard (1808-1844), İstanbul’da çağdaş tıp eğitiminin ilk adımlarının atılmasını sağlamıştır. Dr. Bernard, büyük bir gayretle, Galata Sarayı’nın yeni binalarında Avusturya’daki Josephinum örneğine göre ilk Türk tıp fakültesini kurup geliştirmiştir. Burada, genç hekim adaylarına Fransızca ve kadavra üzerinde uygulamalı yeni yöntemlerle tıp eğitimi yapılmıştır. Ayrıca, kimya laboratuvarı, kütüphane, botanik bahçesi kurulmuştur.
Kırımlı Aziz İdris (1840-1878)’in girişimleri ile 1867 yılında Türkçe tıp eğitimi ve öğretimi yapan Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye” açılmıştır. Fransızca eğitim, Askeri Tıbbiye’de 1871 yılından sonra Türkçe yapılmaya başlamıştır.
Osmanlıların son döneminde Türkiye’de çağdaş tıp eğitiminin gelişimini sağlamak için Fransa, Almaya, Avusturya ve çeşitli Avrupa ülkelerine hekimlik ve uzmanlık eğitimi için, özellikle askeri tıp öğrencileri ve tıp doktorları gönderildi.
Alman İmparatoru Wilhelm II‘nin saltanatı sırasında (1859-1941), Almanya’nın yeni “doğu politikası” “weltpolitik” sonucu Osmanlı ile Almanya arasında yakınlaşma sağlandı.
(Bu dönemde, Wilhelm II İstanbul’a 3 kez geldi,
Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’na Almanların yanında girerek, ağır bedel ödedi ve sonunda yıkıldı.
Ayrıca, Alman askeri mühendisler,
örneğin 1870’de Carl Humann’ın Bergama Sunağı’nı Berlin’e götürdü,
çok sayıda Anadolu Uygarlıklarının antik yapıtları, yerinden sökülerek, Berlin’e taşındı).
(Anadolu’nun Güneşli Gökyüzünün altında ve eşsiz doğasında ortaya çıkmış, “insanlık tarihinin kültürel varlıkları”, onları yapanların/yaratanların, “evrensel insan hakkı”, “iradeleri” dikkate alınmadan ve “halkımızın eğitimsizliği” hiçe sayılara, götürülmüş olması “dostluk” adı altında gizlenmiş “barbarlık” örneğidir.)
Sonuç olarak, çoğunlukla Osmanlı Askeri Tıp Doktorları Berlin’e ve Almanya’nın diğer önemli kentlerine tıp alanında uzmanlık eğitimi için gönderildi.
Bu dönemde Almanya’ya eğitim için giden “Askeri Tıp Doktorları”, İstanbul’a dönerek, Türkiye’de birçok dalda, çağdaş tıp eğitiminin başlamasını sağladı.
Örneğin, 1899-1904 yıllarında, diğer 4 arkadaşı ile birlikte (Tevfik Recep, Orhan Apti, İhsan Ali, Salih Zeki), seçilerek Almanya’ya gönderilenlerden Hamdi Suat, Almanya’da Patoloji uzmanlık eğitimi gördü, 1904 yılında İstanbul’a döndü ve Türkiye’de Çağdaş Tıbbi Patolojinin kurucusu oldu.
Ayrıca, Tevfik Recep (Örensoy) Histoloji, Orhan Apti (Kurtaran), Cerrahi, Ortopedi, Nöroşrürji ve İhsan Ali İç hastalıkları alanında öncülük yaptı.
Sonraki dönemde de, ordunun ve halkın sağlık gereksinimini karşılamak için, Tıp eğitimi alanında yenileşme çalışmaları, Türkiye’de bir “tutku” olarak devam etti.
Türk tıp doktorları Avrupa’nın başlıca tıp merkezleri (Paris, Viyana, Berlin, vb) ve ABD’deki Tıp Merkezlerine eğitim amaçlı olarak gitmeye başladı.
Atatürk’ün 1933 Üniversite Reformu’ndan sonra, Türkiye’de Tıp eğitiminin çağdaşlaşması açısından büyük ilerlemeler kaydedildi.
Almanya’dan Hitler rejiminden kaçan çoğu “Musevi asıllı” toplam 350 Alman Bilim İnsanı, İstanbul’a gelerek Türkiye’de Üniversite ve Tıp eğitiminin çağdaşlaşmasında çok önemli görevler aldılar.
Fotoğraf 5. Prof. Dr. Gazi Yaşargil, 1999 yılında, Yüzyılın Cerrahı seçildiğini gösteren “Neurosurgery” Dergisinin kapağı (1999;45(5).
Resim 6-8. Prof. Dr. Murat Gökden. “Neuropathologic Evaluation”(2013) ve “Neuropathologic and Neuroradiologic Correlations” (2017) kitapları.
Sonuç olarak, uluslararası alanda, çağdaş dünya koşullarında (Dijital çağ üniversiteleri) eğitim almak, daha ileri düzeyde bir bilim insanı olmak isteyenler, doğal olarak, bilimsel düşüncenin, eğitimin ve uygulamanın daha ileri olduğu ülkelere gitmektedir. Bu tür bilim insanları, yazdıkları bilimsel kitaplarını uluslararası tıp dili olarak kabul gören dilde, İngilizce yapmaktadır.
Türkçe bilimsel yayınların uluslararası etkinliği ile bilim adamlarımızın çalışma koşulları ve ortamları arasında doğru orantılı bir ilişki vardır.
Son Söz: Türkiye’de üniversitelerimizde, sağlık eğitimi, uygulaması ve felsefesi geliştikçe, Türk bilim insanlarının ortaya koyacağı Türkçe yazılmış “orijinal” tıp kitaplarının, Türkçeden İngilizceye ya da başka bir yabancı dile çevrilmesi olasıdır.
Bunun gerçekleşmesi için, Türkiye’de tıp eğitiminin ve tıp fakültelerinin, daha çok desteklenmesi, bilimsel araştırma bütçelerinin arttırılması ve gençlerin yeni yöntem ve teknoloji öğrenme ve uygulama olanaklarının özendirici olması, doktorlarımızın daha uzun süreli ve daha nitelikli yurtdışı eğitimlere gönderilmesi gereklidir.
Üniversitelerimizde, daha yeterli, daha bilgili, daha liyakatli yönetimler oluştukça, çalışma ortamlarında, “yenilikçi”, “girişimci” ve “buluşçu” bilim insanlarına daha çok değer ve söz verildikçe, demokrasi kültürü daha çok geliştikçe, öğretim elemanları arasında “harmoni” sağlandıkça, özetle “dijital çağ üniversitesi” niteliğini kazandıkça, Türkiye’nin tıp eğitimi ve sağlık alanında daha iyi yerlerde olması doğaldır.
—————-
Kaynaklar